
“Sinema öldü” diyorlar. Salonlar hâlâ açık, evet; gösterim yapılıyor, bilet satılıyor. Ancak asıl mesele başka yerde. Sinema fiziksel olarak ölmemiş olabilir, ama ruhen, yaratıcı enerjisiyle, özgünlüğüyle ve kolektif tutkusuyla derin bir koma hâlinde. Neden mi? Aslında nedenlerini uzun uzun anlatmaya gerek yok. Herkes az çok farkında. Üzerine onlarca video çekildi, yüzlerce yazı yazıldı. Sorunun ne olduğu değil, nasıl sürdürüldüğü artık daha büyük mesele.
Sinema, sadece bir perdede görüntü görmekten ibaret değil. Tiyatrodan sonra insanlık tarihinin kolektif olarak yarattığı en büyük sanat formlarından biri. Bu büyüklük, sadece estetik ya da teknik açıdan değil, aynı zamanda sosyal ve ekonomik etkisiyle de kendini gösteriyor. Kamera arkasına geçtiğinizde, bir filmin —ister kısa, ister uzun metrajlı olsun— en az beş kişilik bir ekipten başlayıp bazen yüzlerce kişilik bir kadroya kadar büyüdüğünü görürsünüz. Bu yalnızca bir sanat üretimi değil; aynı zamanda bir organizasyon, bir istihdam ağı, bir emek zinciridir.
Ancak bu kadar emek isteyen bir sanat dalı, zamanla propaganda aracı hâline gelebiliyor. Sinemanın esas gücü, düşündürmekte ve sorgulatmakta yatarken, bu gücün politik veya ideolojik çıkarlar için araçsallaştırılması, hem içeriği yozlaştırıyor hem de seyircinin güvenini sarsıyor. Daha da vahimi şu: Bu propagandalar bile çoğu zaman amatörce yapılıyor. Sadece taraf tutmakla kalmıyor, onu bile kötü yapıyoruz.
Özellikle Türkiye’de sinema sektörü, yıllardır kısır bir döngüye sıkışmış durumda. Ve bu döngüden çıkmak yerine, içindekiler birbirini tekrar ederek o çemberi daha da daraltıyor. Bazen bu hâli, kırık bacağıyla ayağa kalkmaya çalışan bir atın, acı çektiği için vurulmasına benzetiyorum. Ama burada kimse o atı iyileştirmeye çalışmıyor, tam tersine, kafasına sıkıyor.
Bu yazıyı yazarken kişisel duygularımla değil, mümkün olduğunca objektif bir bakış açısıyla hareket etmeye çalıştım. Türkiye’de sinema üretimini desteklemek adına Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın Sinema Genel Müdürlüğü ve TRT gibi kurumlar aracılığıyla sağlanan fonlar var. Ancak bu fonlar gerçekten sanatı desteklemek için mi, yoksa bir kesimi beslemek için mi kullanılıyor, tartışmaya açık. “Destek” kelimesini kullanmak istiyorum, ama çoğu zaman bu durumun bir tür ayrıcalık sistemine dönüştüğünü göz ardı edemem.
Ne yazık ki bu destekler tarafsızlıkla değil, aidiyetle belirleniyor. Yani bir yerden destek almak istiyorsanız, ya o yapının parçası olacaksınız ya da onlara bir şeyler sunacaksınız. Bu durum yalnızca sanatsal üretimi sınırlamakla kalmıyor, aynı zamanda sektöre yeni giren, yaratıcı, bağımsız seslerin önünü de kapatıyor.
Son yıllarda destek alan projelere baktığınızda, isimler ve ilişkiler birbirini tekrar ediyor. Belli çevrelerden biriyseniz, projenizin niteliği sorgulanmadan yıl yıl destek alabiliyorsunuz. Bu döngü öylesine kronikleşmiş durumda ki, niteliksiz senaryolar, zayıf yapımlar bile kaynaklara kolayca erişebiliyor. Peki sonra ne oluyor? “Festival filmi” diye lanse edilen işler uluslararası alanda karşılık bulamıyor, “vizyon filmi” diye sunulanlar gişede hayal kırıklığı yaratıyor. Yani hem sanatsal başarı hem de seyirci ilgisi açısından bu yatırımların karşılığı yok. O hâlde bu destekler ne işe yarıyor?
Asıl kırılma noktası burada: Tarafsızlık, görünüşte soğukkanlı ve adil bir duruş gibi algılanır. Ama gerçek dünyada tarafsız olmak, çoğu zaman yalnız kalmak anlamına geliyor. Eğer güçlü bir gruba dahil değilseniz, sistem size yer açmıyor. Amatör bir ruhla başlamak, profesyonel olmak için destek aramak istiyorsanız, birilerine “yaslanmadan” bu neredeyse imkânsız.
Oysa kapitalizmin merkezi Amerika’da bile küçük girişimleri korumaya yönelik yasalar var. Anti-tröst düzenlemeleriyle rekabet ortamı canlı tutulmaya çalışılıyor. Bizde ise pastanın hep aynı ellere servis edilmesi, sektörde ne bir yenilik doğuruyor, ne de gerçek bir ilerleme sağlıyor.
Biliyorum, bu yazının benzerleri daha önce de yazıldı. Ama ben de tarihe bir not düşmek istiyorum. Her şeye rağmen, doğru tarafta kalmaya ve tarafsızlığı savunmaya devam edeceğim. Belki bu yol kolay değil, ama en azından başım dik kalır.