DOLAR 32,3558 % -0.4
EURO 34,8150 % -0.06
STERLIN 40,6553 % -0.21
FRANG 35,5558 % 0.2
ALTIN 2.396,15 % -1,10
BITCOIN 59.133,30 3.149

ATA OCAĞI VE OTAĞINI ZİYARET ANILAR KAYBOLMUYOR! 

Yayınlanma Tarihi : Google News
ATA OCAĞI VE OTAĞINI ZİYARET ANILAR KAYBOLMUYOR! 
0
ATA OCAĞI VE OTAĞINI ZİYARET
ANILAR KAYBOLMUYOR! 
 
Öğle vaktini az geçe, Balıkesir otogarına ulaştım.
 
Susurluk’a gidecek ilk aracı bekliyorum.
 
Öğrencilik yıllarımda garajda çift dolaşan çelik miğferli inzibatlar görmeye alışık idim.
Bugün bir inzibat eri tek dolaşıyor.
 
Yanına yaklaştım ve “Askerim, şafak kaç?  Bugün nöbetinizi yalnız mı tutuyorsunuz?” diye sordum.
 
İnzibat eri: “Şafak 63. Bugün şehidimiz var. Karakoldaki arkadaşlar oraya gitti” deyince, içimden bir şeylerin koptuğunu hissettim.
 
Kuzey Irak’ta şehit düşen Balıkesirli hemşerim bir kahramanımız için, askerimize baş sağlığı diliyorum.
 
Demirkapı’da Susurluk aracından iniyor ve 
etrafa bakınıyorum. Zaman yerinde kalmamış. 
 
Bütünleme sınavlarına gitmek için, bazen kamyon şoförlerinin  “ördek” dedikleri müşteri olarak, kitap dolu çanta ile açık kasada beni Balıkesir’e götürecek geliş ve gidişi tek olan yolda bir kamyonu uzun süre beklediğim yıl ve günler gözümün önünden geçiyor.
 
Nasıl da, eğersiz kısrağa atlar gibi, kamyonun  açık kasasına atlardım. 
 
Kardeşim Celal Susurluk’tan yetişince, aracı ile Demirkapı’dan kuzeye doğru, eskiden köyün merası olan, şimdi sağlı sollu tavuk çiftliklerinin olduğu engebeli ovayı aşıyoruz.
 
Ömerköy’e geldiğimizde, hem etrafı incelemek, eski pazar yerini görmek için kısa bir çay molası veriyoruz.
 
Bu meydanda cuma günleri pazar kurulurdu. 
 
Nahiyeye bağlı köylerin halkı bu pazardan pek çok ihtiyacını görür, basmasını dahi  satın alır, tavuk, yumurta, tereyağı gibi ürünlerini ve de tahıllarını da burada satardı. 
 
Tavuk, yumurta ve tereyağı toplayanlar, köylü kadınları daha pazar yerine girmeden köprüde karşılar, kadınların ellerinden ürünlerini bir kuruş aşağıya kapmak için yarışırlardı. 
 
Bu pazar yeri; köylünün ürettiği her ürüne alıcı bulur, ihtiyacı olduğu her ürünü de ona sunardı. 
 
Köfteci İnce, genişçe bir çadırın altındaki seyyar bir arabada pişirdiği köfteleri ile pazar yerinin en büyük restoranı idi. 
 
Ama ben İnce’nin köftelerinin tadını hiç unutamadım. Başka bir lokantada ne ülkede  ne de Avrupa ülkelerinde o tadı bulamadım.
 
İleride; içinde postane, nahiye müdürlüğü ve jandarma karakolunun olduğu, babamın mesleği gereği her cuma günleri beni de elimden tutup uğradığımız hükümet binası da yerinde yok. 
 
Hükümet konağında yangın söndürme araçları olarak, kırmızıya boyanmış kovalarda kum ve uçlarında iki çengelli sopa bulunurdu.
 
Köprüden geçerken, baktım; çocukluğumuzda belimize kadar olan suyunda ellerimiz, kollarımızla çırpıştırdığımız sudan eser yok. 
 
Dere kurumuş gibi. 
 
Derenin geniş alanındaki,  altlarına atlarımızı bağladığımız tarihi çınar ağaçları da yok.  
 
5 km yol aldıktan sonra, köyümüze girdiğimizde, her iki köy kahvesinin de kapalı olduğuna şaşırıyorum. 
 
Köy boşalmış gibi. 
Hafta sonları, yağış olmaz ise; pek çok evin önünde bir araç görmek mümkün imiş. 
 
Baba ocağı ve otağında da bazı şeyler de yenilenerek değişmiş.
 
Sofadan kale denen taşlık – kayalık alana bakıp, orada toplanan köyün keçilerini çoban
götürmedi ise, daha okul vaktinin gelmediğini anlardık.
 
Annemin namaz vakitlerine göre ayarladığı çift kulaklı çalar saati biz bazen gizlice alafrangaya çevirir ve saat 9:00 dan az önce evden çıkardık. 
 
Kızı kardeşlerim bir birlerinin saçlarını, dişleri sıkça tarakla tararken, bazen birinin  “saçımı yoldun” diyen bağırışması odayı çınlatırdı. 
 
İkişer ikişer atlayarak çakıp indiğimiz merdivenden, tek tek çakıyorum. 
 
Bu merdivenlerden inerken, son üçüncü basamağa geldiğimizde, üst katın taban tahtalarına tutunup, sallanıp, kendimizi  iki metre ileriye fırlatırdık.
 
Artık merdivenleri dikkatli ve tek tek inip çıkıyoruz. 
 
Duvarlarda bazı anılar yerlerini koruyor ve orada zaman durmuş gibi.
 
Odaları dolaşıyorum. 
 
Hanay evin üst katındaki büyük odanın tavan tahtaları değişmemiş.
 
Yattığımda o tahtalardaki  budak şekillerini, bir diğeri ile birleştirip değişik şekiller yaratmaya çalışırdım.
 
Dün de denedim. Olmadı. Demek o konudaki fantezileri yitirmişim.
 
Baba ocağını tüttürsün ve bize de kapıları açık kalsın diye ablamıza bağışlattığımız evde, tabii ki hatırı sayılır restorasyon, yenilikler de yaşanmış.
 
Gözlerimi kapıyor ve taaa gerilere gidiyorum. 
 
Bazen sabahın erken saatlerinde hastane için “fakirlik ilmühaberi” veya tapu dairesine bir dilekçe yazdırmak için, Eminpınar, Kulat, kiraz veya Paşaköylü bir amcanın, köylerinin katibi olan babamın adını “İsmail efendi. İsmail efendi” diye seslenmelerine, köpeklerimizin gürültülü şekilde havlamaları, Alaca’nın çift kapılı sokak kapısına tırmanırcasına gürültüsünden, hepimiz uyanmış olurduk. 
 
Köpekleri susturmak ve o köylü amcayı içeri almak için, don gömlek ilk fırlayan ben olurdum.
 
Köylü amcayı içeri salona aldığımda, babamda hazırlanmış olurdu ve annem de çalı çarpı ile ocağı yakıp, çay suyunu ocağa koymuş olurdu.
 
İlkokul üçüncü sınıftan başlayarak evde yazılan bu ilmühaberleri, babam bana dikta ettirir ve 
ben yazardım. 
 
Fakirlik ilmühaberlerin ilk satırı “İş bu ilmühaber”, tapu dilekçeleri de “şimalinde filancanın tarlası, cenubunda yol” gibi cümlelerle başlardı. 
 
Bu dilekçe ve ilmühaberler, salonu getirilen yemek sofrası üzerinde ve ben de diz çökmüş olarak yazardım.
 
Babam kalın manda derisi çantasından köy muhtarlık mühürlerini, iki tabaka beyaz kâğıt, aralarına konan bir kopya kağıdı ile üzerinde “devlet ofisi” yazan, silinmesi mümkün olmayan bir kopya kalem çıkarır ve evdeki okunmuş Cumhuriyet, Akşam  gazetelerinden bir kaçını  veya Akis dergisini en alta koyar ve ben yazmaya başlardım. 
 
Bazen yanlış yazdığımda, babam “Olmadı. Yanlış” der ve yeniden başlardık.
 
Bazı sabahlar, köpek havlamaları ile uyandığımda ve bir köylü amca dilekçe için gelip de babam evde değil de, köylere görevli gitmiş ise, dilekçe yazamadığım için üzüldüğüm de olurdu. 
 
Bayağı, makamlara amcalar için dilekçeler yazmanın tiryakisi olmuştum. 
 
Keçilerin olduğu gibi sığırların, eşek ve danaların da köy çobanları olurdu.
 
Bu hayvanlar da köyün farklı yerlerinde toplanır, çobanlar hayvanları akşamları  köye geri getirdiğinde, hayvanların kendileri evlerine döner, sokak kapıları önünde sahiplerinin kendilerini içeri almalarını beklerdi. 
 
Köy okulumuzdaki derslerde, köyümüzün “ortak malları”, köy odası, okul, tarla, orman, camii, çeşmeleri gibi sıralanırken, köyün boğası Kara Ali’de listede yerini alırdı. 
 
Kara Ali’den biz çocuklar çok korkardık. 
 
Kara Ali en çok da kız çocuklarını korkuturdu. Belki de kız çocukların renkli giysilerinden olsa gerek.
 
4 Sınıf okuduğum köy okulumda, bir ders yılında ben de bir derslikte 1, 2 ve 3’üncü sınıflarına öğretmenlik yaptım. 
 
3’üncü sınıfa kadar sınıfta kalmak, köy çocukları için yok idi. 
 
Bu köy çocuklarına mükafat değildi her halde.
 
3’üncü Sınıf öğrencilerimin gelecek ders yılında 4’üncü sınıf dersliklerinde başarılı olmalarının mümkün olmadığına inandığımdan, sınıfın yaklaşık dörtte birini sınıfta bırakmak zorunda kaldığımdan, pek çok akrabam bana bu nedenle kırılmıştı.
 
Bu çocukların çoğu, genellikle, yolun 3-4 ayını aileleri ile Karacabey’de pançar sökümünde, Sonbaharda Manisa’da pamuk, Kışın da Ayvalık’ta zeytin toplanması işlerinde çalışmış olanlardı. 
 
Köy’de pek çok ailenin 100-150 sayıda koyun sürüleri de vardı.
 
İnsanlar, deyimi ile kendi yağlarında kavrulurlardı.
 
Babam, 3-4 yaşlarında iken beni atının terkisinde görev yaptığı köylere, bazen 3-5 gün köy köy dolaşırdık.
 
Ben bu uzun ayrılıklardan annemi çok özlerdim.
 
Atın üzerinde kendim durabilecek yaş ve çevikliğe ulaştığımda, babam kır kısrağından olan ve benim için büyüttüğü  tayına aldığı koşu eyeri ile köylere, davetli olduğu  düğünlere, yağmur dualarına, hafta sonlarında birlikte giderdik. 
 
Yeni yetişmiş, acemi bir taya nasıl binilip ve tay binicisine nasıl alışır ve ata neden sol tarafından binildiğini de babamdan öğrenmiştim. 
 
Dilekçelerini yazdığım için, köy odalarında amcalarla, çeşme başında teyzelerle sohbet ederdim. Ve de gördüğüm ilgi beni şımartırdı da diyebilirim.
 
Paşaköy ve Kiraz köy halkları Yörük idi.
 
 
Kadınları diğer Bulgaristan göçmeni ve hatta benim köyümün kadınlarından daha rahat ve özgür idiler. 
 
Bu kadınlar, Köy odasına gelip, babamla konuşur, sorular da sordukları olur be ben de bazen ulu orta lafa karıştığım olurdu.
 
Bana bakıp; “Abukat gibi, kappenin  oğlu” diye aralarında fısıldaştıklarını da duyduğum olurdu.
 
Evimizin karşısında olup; doğduğumda adımı koyup üç yıl sonra da 50 yaşında  ölen annemin babası  Ömer dedemin,  hayrına mahalle için açtığı kuyu, kör kuyu olmuş. 
 
Kuyunun yanında babamın yaptırdığı çeşmelerden birinin de, suyu tamamen kurumuş. 
 
Derelerin, çeşmelerin kuruması, gelecek için suyun büyük sorun olacağının, kuraklığın 
bir işareti olmalı.
 
Zamanında evin bal ihtiyacını karşılayan arıların iki kovanı da yerinde boş duruyor.
 
Ben dedelerimi hiç tanıyamadım. 
 
Babamın babası Raşit dedem, babam üç, dört yaşlarında iken Ermeni harbinde Van’da şehit olmuş.
 
Ömer dedem de, ben kendisini hiç tanıyamadan, şeker hastalığından  ölmüş. 
 
Ben de bazı çocuklar gibi, dede özlemi ile büyüdüm. 
 
Arkadaşlarımın dedeleri, kahvede çift şekerli çayın, tek şekerini mendil veya yelek ceplerinden çıkarıp torunlarına verdiklerinde, ben dedesizliğin acısını daha derinden hisseder, bazen koşarak eve girer, üst kattaki odalardan birinin halısının üzerine kendimi yüzükoyun atar, dakikalarca ağladığım ve annemin hıçkırıklarımın sesimden yanıma gelip, beni teselli ettiği olurdu.
 
Çeşme ve kör kuyunun üst tarafında, tarlamızdan 100-150 metre kare arazi, iki dut ile bir nar ağacını bağışladığımız, bitişiğindeki  boşluk alanda  kurulan çocuk parkında, oynayan çocukları göremiyorum. 
 
Bunların tümü, ilk günümde halen tüten baba ocağı ile kurulu baba otağında yaşayıp, tanık olduğum ve beni heyecanlandıran ve de düşündüren anılarım oldu.
 
Her insan doğup büyüdüğü topraklardaki anılarının, heyecanını yaşamalı ve kalbi biraz da olsa hızlı atmalı, diye düşünüyorum. 
 
Siz aynı fikirde değil misiniz? 
 
Sevgi dolu ve esen kalınız
 
Remzi Uysal
 
Alibey, 08.10.2023
Resim önizlemesi

YORUM YAP