BIST 100
10.828,93 0,85%
DOLAR
41,1638 0,02%
EURO
47,9492 -0,14%
GRAM ALTIN
4.701,31 -0,20%
FAİZ
41,04 0,32%
GÜMÜŞ GRAM
53,95 -1,08%
BITCOIN
109.807,00 -2,19%
GBP/TRY
55,3233 -0,09%
EUR/USD
1,1637 -0,21%
BRENT
67,14 -0,72%
ÇEYREK ALTIN
7.686,63 -0,20%
Antalya Az Bulutlu
Antalya hava durumu
28 °

Pretty Woman’dan Anora’ya

Adsız tasarım (4)

Yine, yeniden ve tekrardan bir kül kedisi hikâyesi. Bu sefer de bir seks işçisi üzerinde. Nedir bu seks işçilerinin merkez sinemadan çektiği?

1990 yapımı Pretty Woman (Türkçe adıyla: Özel Bir Kadın), o dönemde Hollywood’un en popüler romantik komedilerinden biriydi. Julia Roberts’ın Vivian’ı, Richard Gere’in milyarder Edward’ı sayesinde seks işçiliğini ardında bırakıp bir peri masalının prensesine dönüşüyordu. Film, seyirciye mutlu son vaadiyle gülümsetti; Julia Roberts’ı yıldız yaptı, sinema tarihinde kendine yer açtı. Ama bugünden bakınca görüyoruz ki anlatı aslında çok basit bir formüle dayanıyordu; kadın muhtaçtır kurtarılır, erkek kahramandır kurtarır. Yani tam bir baş kapital Amerikan rüyası modeli.

Aradan 30 yılı aşkın zaman geçti. Dünya değişti, toplumlar bir dizi olay ile yoğruldu, kısmen bilgilendi (toplumların geneli için söylüyorum), kapital sadece erkek sömürüsünden doyamaz hale geldi. Sinema haliyle ayak uydurdu. Sanki “Kadın, son 30 yılda bilinç kazandı.” Merkez sinemanın ayıbı işte. Bu yüzden bağımsız sinemayı merkez sinemaya tercih ediyorum.

90’lar AIDS krizinin gölgesinde geçti. Hollywood, bu krizi doğrudan ele almakta isteksizdi ama periferiye itilen karakterler –seks işçileri, eşcinseller, HIV taşıyanlar– genellikle “trajik yan karakterler” olarak karşımıza çıkıyordu. Pretty Woman’ın steril, romantik masalı, aynı yıllarda gerçek hayatta seks işçilerinin damgalandığı, toplumdan dışlandığı bir dönemde parlatıldı. 2000’lerde feminist hareketlerin güçlenmesiyle kadın karakterler daha bağımsız, daha “kendi ayakları üzerinde duran” şekilde çizilmeye başlandı; ama merkez sinema bunu da çoğu zaman “erkek karakterin onayladığı güç” üzerinden göstermeyi tercih etti. 2010’larda #MeToo dalgası sinemaya yeni bir yüzleşme getirdi: kadınların sesi artık sadece hikâyelerde değil, sektörün kendisinde de duyulmaya başladı. Ama bütün bu değişimlere rağmen seks işçisi temsili hâlâ iki uçta sıkışıp kaldı: ya romantize edilen “kurtarılmayı bekleyen kadın” ya da dramatize edilen “düşmüş kurban”.

2024 Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye’yi kazanan Anora, bu sözde değişimin bir sonucu. Sean Baker’ın filmi, Brooklyn’de yaşayan genç bir seks işçisi olan Anora’nın (Mikey Madison) hikâyesini anlatıyor.

Bir Rus oligarkın oğlu ile yaptığı kısa süreli evlilik, ilk bakışta bir “modern peri masalı” gibi başlasa da çok geçmeden sert gerçeklere çarpıyor. Bütçeden mi yoksa yönetmen ya da senaristin veya yapım ekibinin acizliğinden midir bilinmez, modern peri masalı da son derece zayıf, vizyonsuz. Belki de sadece günümüz gençlerin eğlenmeyi ya da pelin masalını bilemeyecek kadar vizyonsuz eğlenceleri de çok sığ. Sürekli seks, zayıf partiler, bol bol pudra şekeri… Sanıyorum ki periler de artık yapay zekâya bağlamışlar.

Yine de filmde iyi şeyler var. Bu konuda en akılda kalan anlarından biri, Anora’nın köşkte yalnız bırakıldığı sahne. Gösterişli salon aslında bir tür hapishaneye dönüşüyor. Uzun uzun Anora’nın yüzünde, seyirci o yalnızlığı iliklerine kadar hissediyor.

Bu sahnede Pretty Woman’daki romantik tebessümlerin, ışıl ışıl şarkıların yerini bir tedirginlik alıyor. Baker burada peri masalının aslında ne kadar kırılgan olduğunu hatırlatıyor.

Bir başka güçlü sahne ise Anora’nın partilerde kendisini “özgür” hissettiği anlar. Dans ediyor, kahkahalar atıyor, kısacık bir süreliğine hayallerine dokunuyor, umutlanıyor. Çünkü yine paralı bir adam var hikâyede. Düzgün, sevimli, saf… Ama saflığı düşük zekâsından değil de dolarcıklarından. Yani o kadar zengin ki hayatın feleğini yememiş. Ama tam da o sırada –ortalama bir zekâya sahip Amerikalı– seyirci biliyor ki bu durum geçici; baskılar, sınıfsal engeller devreye giriyor. İşte Baker bir şeyi iyi yapmış; karakteri bir yandan yükseltirken, diğer yandan onun çöküşünü hazırlayan ipuçlarını serpiştiriyor.

Mikey Madison performansıyla filmi sırtlıyor. Onun enerjisi, kırılganlığı, öfkesi aynı anda taşıyabilmesi kendisine ödülü getiriyor. Madison, seyirciyi kah güldürüyor, kah üzüyor ama en önemlisi inandırıyor. Cannes’daki ödüllerin yanında, Oscarlar’da adını duyduk. IMDb’de 8.3 puanla da seyircinin kalbini kazandı.

Tabii eksikler de var. Özellikle Rus ailesi tek boyutlu çizilmiş. Adeta Anora’nın önündeki “engel” gibi kullanılıyorlar, ama daha derin işlenselerdi hikâyeye yeni katmanlar eklenebilirdi. Ayrıca filmin ikinci yarısında tempo yer yer düşüyor; bazı sahneler gereğinden uzun sürmüş, film uzatılmaya çalışıyor hissi veriyor. Burada merkez sinemanın en sık yaptığı hatalardan biri tekrarlanıyor: “fazla göster, az hissettir.” Baker, karakterinin yalnızlığına ve sıkışmışlığına odaklanırken, seyirciyi aynı temada uzun süre tutarak duygusal yoğunluğu dağıtmış oluyor.

Rusların alamet-i farikaları da yok. Yaşıyor yani herkes. Her yönüyle merkez sinema kokuyor buram buram. Ayrımcılık meselesi de var. Keşke Rus bir aile yerleştirilmesi yerine Amerikan ailesi olsaydı, film daha inandırıcı olurdu benim gözümde. Elbette Baker’ın amacı Pretty Woman’dan (Özel Bir Kadın) uzaklaşmak, farklı bir rota çizmekti diye düşünüyorum. Ama yine de kozmopolit Amerikan modelini filmde görüyoruz ki, bu da bence iyi, ütopik Amerika yok… Yine de sevgi dolu, yan mafyacıklar var.

Anora, her şeye rağmen sade dili, anlaşılır yapısıyla seyircisine doğrudan ulaşmayı başarıyor. Göze parmak sokmak ile sokmamak arasında ilerliyor. İnce bir çizgide cambaz gibi yani.

Tabii ki filmin yönetmeni nasıl bir hikâye isterse onu çeker fakat şunu da eklemek isterim: tüm olumlu yanlarına rağmen ben olsaydım, bu filme ödül vermezdim. Çünkü sabun köpüğünde öteye geçmeyen basit bir yapım. IMDb puanları, hatta festivaller bile bazen yanılabilir.

Ama işte tam da burada mesele, Pretty Woman’dan Anora’ya uzanan çizgide seks işçilerinin sinemadaki temsilinin hâlâ dar kalıplarda sıkışmış olmasıdır. AIDS krizinin karanlığında görmezden gelindiler, feminizmin yükselişinde yanlış temsil edildiler, #MeToo ile sesleri duyuldu ama merkez sinema hâlâ peri masalına meyilli. Anora da bu zinciri kırmıyor. Tartışmamız gereken asıl şey, merkez sinemanın bu kalıpları ne zaman gerçekten yıkacağıdır.

YORUM YAP

Yorum yapabilmek için kuralları kabul etmelisiniz.
Yeni bir yorum göndermek için 60 saniye beklemelisiniz.

Henüz bu içeriğe yorum yapılmamış.
İlk yorum yapan olmak ister misiniz?