BİZE LAZIM OLAN
Ulus bilinci için bize lazım olanlar, hayal değil; gerçekte mümkün olan ve üzerinde çalışılması gereken konulardır.
Her şeyden önce bize sınıf bilincine ulaşmış zümrelerden oluşan bir toplum lazımdır.
Peki nedir sınıf bilinci?
Biz ne istiyoruz?
Toprağına bağlı, üreten köylü; yani çiftçi, çoban, el sanatlarıyla uğraşan, üretime katkı sunan kadınlar ve erkekler!
Ama sadece şehir için üreten, emeğini üç kuruşa satan, her şeye “kader” diye boyun eğen insanlar değil.
Biz; üretimin her alanında bilinçle hareket eden, üretimin bir zincir olduğunun farkında olan, hakkını bilen, kolektif akılla hareket eden, birlik ve beraberliğin gücünü kavramış, hakkını arayan ve alan bir sınıf istiyoruz.
Kapitalist zihniyetin köylüyü köle görmesine karşı; eğitimde ve yaşamda fırsat eşitliği sağlanmış, sınıf bilincine erişmiş bir toplumu var etmek zorundayız.
Bunu başardığımızda; doğduğu toprakta doyabilen, aza değil ihtiyacı kadarını elde eden, yönetimde söz ve hak sahibi köylü sınıfı yükselecektir.
Bilimsel ve çağın gereklerine uygun eğitimle desteklenen, bilinçli köylü; yalancı ışıklara aldanmadan, hakkını birilerinin lütfuyla değil, emeği ve aklıyla kazanacaktır.
Bugün işçi sınıfının en büyük eksiği ise kendi gücünü ve bu gücün doğurduğu birlik ihtiyacını tam anlamıyla kavrayamamasıdır. Osmanlı’dan bu yana “İşçi-Amele Birliği” ile başlayan örgütlenme girişimleri, daha sonra sendikalarla devam etse de, siyasal kaygılarla bölünüp parçalanmıştır.
Asıl görevi üretmek olan işçi sınıfı, nasıl oldu da kısır siyasi çekişmelere sürüklendi?
Eğer bu parçalanmalar olmasaydı, bugün TBMM’de işçiyi temsil eden en az 60 milletvekili olmaz mıydı?
Burada asıl sorun, işçi sınıfının gerçek anlamda sınıf bilincine ulaşamamasıdır. Kapitalist sistemin yüzyıllardır uyguladığı “Böl, parçala, yönet” taktiği, Türkiye’de de ne yazık ki başarıyla işlemiştir.
Bunun temelinde ise en büyük hastalığımız olan eğitimsizlik yatmaktadır.
Özellikle 1970’lerden sonra ekonomide ağırlık kazanan sanayi ve hizmet sektörlerinde önemli görevler üstlenen işçiler, kapitalist düzenin oyunlarıyla kendi içinde bölünmüş, gücünü ortak düşmana karşı değil, birbirine karşı tüketmiştir.
Mesele sadece işçi ve köylüyle de bitmez.
Devletin çarklarını döndüren memurlar da yaptığı işin bilinciyle hareket etmek zorundadır.
Memur, görevini sadece devletin çıkarlarını korumak değil, yurttaşın ihtiyaç duyduğu hizmeti vermek olarak görmelidir.
Yurttaş devlet dairesine gitmekten kaçınmamalı, aksine oraya gitmek için sebep bulmalıdır.
Bu, memurun sorumluluk bilinciyle çalışmasıyla mümkündür.
Kısacası; herkes görevini hakkıyla yerine getirmeli, işini düzgün yapmalı, hesap sorabilen ve hesap verebilen bir bilinçle hareket etmelidir.
İşçiden köylüye, memurdan bürokrata, politikacıya kadar herkes bu sorumluluk bilinciyle donanmalıdır.
İstediklerimiz aslında çok basit şeylerdir.
Ancak bunların engellenmesi asla hafife alınmamalıdır. Çünkü bilinçlenen bir toplum, sömürüyü kader olarak görmez!
Mesela; Edhem Nejat Bey’in hayalini kurduğu Güneş Köy Projesi, ya da Mustafa Kemal Paşa’nın Cumhuriyet Köyü Projesi hayata geçirilmiş olsaydı, köyden kente göç bu kadar yoğun olur muydu?
İlkokulu, ortaokulu, lisesi olan bir köyden kim şehirde eğitim için göç ederdi?
Mandırası, yem tesisi, mezbahası olan bir organize hayvancılık köyünden hangi çiftçi hayvancılıktan vazgeçerdi? Kolektif tarımı, organik gübreyi bilen hangi köylü toprağını terk ederdi?
Hiçbir şey tesadüfen olmaz; her şey bir sebebe dayanır.
Eğer Köy Enstitüleri 1954’te değil, 1984’te kapatılmış olsaydı, bugün çok farklı bir Türkiye’de yaşıyor olurduk.
Son sözümüz şudur: Hiçbir şey için geç kalmış değiliz.
Dün olduğu gibi bugün de el birliğiyle zorlukların üstesinden gelebiliriz.
Yeter ki inanalım, yeter ki çalışalım.
Kudret HARMANDA


